Dedemin İnsanları ve Ölüm

Sivil itaatsizlik, okumayla başlar. Okurluk durumuz da kendimizi tanıma oranımızın bir yansıması olarak tezahür eder.

Bütün kitaplar, toplumsal düzene uymamızı bize telkin eder. Ama biz bu bilgileri, henüz okumaya başlamadan evlerimizde anne-babalarımızdan, çevremizde büyüklerimizden, okullarda öğretmenlerimizden öğreniriz.

Okumayı ve anlamlandırmayı eğitim-öğretim hayatımızla edinmeye başladığımızı söylediğimiz an, çelişkiye düşeriz.

O halde hayatı okumak ve öğrenebilmek için akademik anlamda eğitim ve öğretimden önce bizler, kendi çevremizin bilgi-görgü ve algı düzeyinin bizlere öğrettikleriyle hayata başlamış oluruz.

İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren yoğun bir okumave anlamlandırma sürecinin içinde kendisini bulur. Mutluluğu, sevmeyi, acıyı, huzuru, ölümü, ayrılığı vb. okuyup anlayabilmek ya da bunları yazabilmek için kalemle ve yazıyla tanışmamıza gerek yoktur.

Hayatı ilk gün okumaya nasıl başlamış, kavramları nasıl adlandırmışsak ömrümüzün kalan bölümünde de bu şekilde adlandırmaya ve anlamlandırmaya devam ederiz.

Acının ne olduğunu belki ilk önce tatma duygumuzla anlamış ve anlamlandırmışızdır. Fakat daha sonra hayat, bize başka acıları öğretecek ve yaşatacaktır.

Peki sevmeyi bize öğretebilecek bir kitap var mıdır? Ya da bu soruyu “Biz sevmeyi, okuduğumuz kitaplardan mı öğrendik?” şeklinde değiştirmek de mümkündür.

Ya ölüm?

Ölümü tarif etmek için kalbin durmasından ve vücut işlevlerimizin fonksiyonlarını kaybetmesinden mi bahsedeceğiz?

Kalbi durmadığı, nefes alıp vermeye devam ettiği halde nezdimizde yok olanların, ölenlerin; vücut işlevleri sona erip toprağa karışan bedenlerden bir farkı var mıdır? Acaba biz; kaç bedeni, kaç insanı ölmediği halde ölü gibi algılarız?

Çağan Irmak’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Dedemin İnsanları’, insanlar üzerinde hâlâ etkileri devam etmek olan sosyal konuları içeren bir film olarak karşımıza çıktı. Film, her ne kadar Yunanistan’dan mübadele sonucu Türkiye’ye gelen ailelerin dramını konu edinse de filmin en önemli gördüğüm kısmı, 12 Eylül ihtilali ve akabinde ortaya çıkan acılardır.

Kitapların ve gazetelerin toplanma korkusu, Jandarma görüntüleri, sokağa çıkma yasağı…

Hayatın bana öğrettiklerine ve bilinçaltımda yer eden olaylara baktığımda filmde mübadele esnasında karşımıza çıkan veba salgını ve ayrılıklardan daha fazla 12 Eylül ile ilgili kısım nedense bende daha fazla etkisini bıraktı.

12 Eylül’ü hatırlayan ve yaşayanlar; acıyı, ayrılıkları, ölümleri ve ortaya çıkan sonuçları okul sıralarında verilen eğitim ortamlarında mı öğrenmişlerdir?

Silahın insanı öldürdüğünü öğretebilmek için eğitim veren bir kurum, üstelik de uygulamalı eğitim veren bir kurum, hayattan başka ne olabilir?

Ben, ilk kurşun sesini ve ölümü 12 Eylülle tanıdım.

Motoruyla hızla giden bir vatandaş ve arkasından koşan jandarma

Aman Allahım, ne ürkütücü bir sahneydi!..

Asker silahını doğrulttu: “Dur.” dedi. Adam durmadı. Silah patladı. Acı bir sesve inleme duyuldu. Adam, motorun sol yanına doğru yere düştü. Anında, hemen…

Motor birkaç metre daha gidip sağ yanına yattı. Askerler koştu. Adam öldü. Ama motor, çalışmaya devam ediyordu.

Kimdi, neydi, ne suç işlemişti?

O zamanlar, bunu hiç anlamamış ve öğrenememiştim. Fakat şimdi...

FilmdeMehmet’in ölümünü, İbrahim’in görevinden alınmasını, Nurdan’ın korkularını şimdi daha iyi anlayabiliyorum.  O dünyadan haberim var.

Ne yazıktır ki, Dünya’ya geldiği halde kendi dünyasını oluşturamayıp başkalarının uydusu olanlar da var…

Bir desevmek var ki ah! Bu ölümden ve acıdan daha beter. Çünkü sevmek her ikisini de kapsıyor.