Yaklaşık bir yıl önce girdi bu kavram siyasi lügatimize…

Bu terim,  paralel devletten başlayıp,  zamanla  paralel yapı, oradan da  paralel örgüt halini aldı.

Hükümet  tarafından, Gülen Cemaati’nin devlet  içerisinde ki  hiyerarşik  yapılanması olarak tabir edilen bu  örgüt,  yapılan bir dizi operasyonlarla  tasfiye edilmeye çalışıldı.

Yargı, emniyet ve bürokrasinin ardından toplar bu kez,  bütün cemaat mensuplarına çevrildi.

Öyle ki; cemaat mensuplarının sahip olduğu  sivil toplum kuruluşları, bankalar, televizyonlar, gazeteler, dernekler gibi bir çok kuruluş paralel örgüt kavramına dahil edildi.

Onur belgeleri  ile ödüllendirilen polisler  bir müddet sonra vatana ihanetten yargılandı.

Hükümetin bir zamanlar yere göğe sığdıramadığı eğitim kurumları, aylar sonra aynı kişiler tarafından bombardımana tutuldu.

Gülen Cemaati  bünyesinde bir çok ülkede hizmet veren  okulların kapatılması için üstün çaba gösterildi.

O okullarda eğitim öğretim gören çocukların anne-babalarının fişlendikleri  dahi  iddia edildi.

Hatta velilerin büyük bir kısmı, sırf o iddiaya maruz kalmamak adına çocuklarının  kayıtlarını  sildirdi.

Bu kurumlar ile mücadele ülke sınırlarını bile aştı.

Azerbaycan’da kapatılan bir okul için gazetelerin  manşet atmasını  hükümet, cemaate karşı alınmış bir zafer olarak değerlendi.

Peki, devletin kendi içerisinden, toplumsal alana kadar yayılan bu sıçramalar; hukuka, ahlaka, vicdana uygun mudur?

Bence değildir.

Altını çizerek belirtmeliyim ki; devlet içerinde sırf kendi ideolojileri  için var olmaya çalışan cemaat  veya farklı bir örgütten oluşan kurumların, bütün vatandaşlara karşı objektif olması zaten beklenemez.

Tam da bu noktada devletin devamlılığını sağlamakla görevli olan ilgili kurumlar,  anayasadan aldıkları güç ile bu ve bunun gibi  tehditlere  karşı harekete geçip,  görevlerini  ifşa ederler.

Ancak; bunu yaparken de tüm toplumun huzuruna, vicdanları rahatlatacak delilleri sunmaları gerekir.

Öyle ki; suçlu susacak, kamuoyu rahatlayacak.

Suçlu olanların devlet içerisinden kuvvetli  deliller ile ayıklanması  yerine, ne olduğu belli olmayan makul şüphe sıfatı ile tasfiye edilme  gayreti,  inandırıcılığını zamanla  daha da yitirmekte...

Ayrıca, kimin ne ile suçlandığı belli olmayan bir ortamda, suçlunun cezasının neye göre verileceği de, ayrı bir muamma…

Ülkede bulunan kurumların birbirleri ile uyumsuzluğu bir yana dursun, toplum içerisinde ki bölünmeler de  gün geçtikçe artmakta. 

HİÇ KİMSE RAHAT DEĞİL!

Türkiye’de bulunan diğer cemaatlerin  mensupları dahil,  bütün herkes endişeli…

Bütün kurumlar “acaba bu olaylar bizlere de sıçrayacak mı?” korkusu  ile yaşamaktadar.

Doğru ile yanlışın birbirine girdiği bu kaos ortamından  basın da nasibini almış.

Bir tarafta hükümet aleyhine iddialı manşetler atanlar varken,  bir diğer  tarafta da  onların  haberlerini yalanlamak için canla başla mücadele edenler  var…

Yani;  ülkede olan biteni  objektif  olarak toplum huzuruna çıkarması beklenen  medya camiası da kendi içerisinde bölük pörçük olmuş durumda.

İnandırıcılıksa hiç yok.

Herkes kendi derdinde…

Vatandaş,  bütün bunlar karşısında kime/neye inanacağını şaşırmış!

Geleceğe dair yitirilen umutların yerini,  yeni umutların yeşermesi  için edilen  dualar almış.

Karmakarışık kafalar ve buna bağlı olarak derin bir sessizlik  ortamı hakim her yere…

Köylüsünden-kentlisine,  işçisinden -memuruna,  bu ülkede yaşayan herkesin artık sadece tek  bir isteği var.

O da;  paralel soruşturmalarının bir an önce sonuçlandırılıp,  ülkenin  daha  yaşanılabilir,  daha ferah bir ortama kavuşturulması…

Ne yalan söyleyeyim!

Az da olsa; benim hala umudum var…