Farklı Bir Bakış Açısından Bakmamızı Sağlıyor Şölen son gününde de sevilen pek çok yazar ve şaire ev sahipliği yaptı. Sezai Yazıcı’nın ani harabeleri hakkında bilgi verdiği konuşması ile başlayan son gün Mine söğüt söyleşisi ile devam etti. Kendisine başka açılar kazandırdığı için otobiyografileri ve biyografileri sevdiğini söyleyen Mine Söğüt söyleşisine, “biyografı, otobiyografi okumayı çok seviyorum. Sadece tanınmış insanların önemli insanların değil, sıradan amatör kendi hayatını anlatan. Çoğunluğu yanlı ya da eksik olan, edebi bir değer taşımadan kaleme alınmış metinleri bile seviyordum. Çünkü yaşadığınız ülkeyi, çoğunluğu, farklı bir bakış açısından tanıyorsunuz. Eksiklikleriyle ya da hatalarıyla bile size normal kaynaklarda göremeyeceğiniz, öğrenemeyeceğiniz dünyalar anlatıyorlar” sözleriyle devam etti.


Ortadoğu Bir Fil


Mine Söğüt’ten sonra yer alan gazeteci-yazar Mustafa Kemal Erdemol yaptığı söyleşisinde Ortadoğu’yu şu sözleriyle anlattı: “Çok zor bir konu Ortadoğu. Orta doğuyu anlatmak şöyle bir şey;
önümüze iri bir tabak konuluyor ve içinde de fil var. Sizin yemeğiniz bu. Bunu yemenizi istiyorlar. Fili yemek gibidir Ortadoğu’yu anlatmak, bir yerden başlamanız lazım. Nereden başlarsanız başlayın,
başlamanız için bile mutlaka çok çaba saf etmeniz gerekiyor.”


Mustafa Kemal’den Yani Mecmua’ya Röportaj


Sinan Meydan’ın “Atatürk Etkisi” üzerine yaptığı söyleşide; “burada kendimi hiç yabancı hissetmiyorum. Onurlu bir şekilde eğilmeden, kırılmadan, doğru neyse namuslu bir biçimde yurt severliğin gereği olarak o doğruyu sizinle paylaşıyorum. Yıl 1918 birinci dünya savaşı bitiyor. Çanakkale ve Kuttül Emare cephesi hariç her yerde yenilmişiz. Paramparça olmuşuz herkes umutsuz. Ama bir kişi var ki Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgisiz komutanı Mustafa Kemal Paşa. Devlet yenilmiş olabilir ama bu adam yenilmedi. Umudunu koruyor. Ruşen Eşref beyle bir röportaj yapıyor İstanbul’da. Ruşen Eşref Bey o dönemin cevval gazetecilerinden. Çanakkale savaşlarıyla ilgili bir röportaj yapıyor. Şişlideki evde birkaç gün sürüyor bu röportaj “yeni mecmua” da yayınlanıyor. Mustafa Kemal de bu günün anısına bir fotoğrafını imzalıyor. Ve Ruşen eşref beye veriyor. İmzasında “her şeye rağmen muhakkak bir ışığa doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletimin hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir” diyen Atatürk sadece milli mücadeleden sonra güvenmiyor gençlere, milli mücadeleden çok önce de güveniyor. Bilmeyenler İçin Şehrin “Öteki Yüz’ü” Şölen’in son günün de Esengül Yavuz “Öteki Yüz” adlı fotoğraf çalışmalarıyla beraber Trabzonlularla birlikte oldu. Sunum öncesi konuşan Yavuz “inşaat mühendisiyim. Çalıştığım yerde yaptığım imaretlerin fotoğraflarını paket iş dosyasına konulmasını istediler. Elimize şöyle bir pendax makine verdiler. Daha çok köylerde çalışıyordum. Gittiğim yerde çiçeği böceği çekmeye başladım, sonrasında hikâye değişti, baktım içindeyim. Özellikle yayla-köy yaşamını, kent yaşamını değil de geleneklerini kaybetmemiş yerlerde fotoğraf çekmekten daha fazla zevk alıyorum. Öteki yüz hepimiz şehrin görünen yüzlerini biliyoruz. Belki bizlerin köyleri var biliyoruz ama gelip gecen misafirler
bunları göremiyorlar” dedi.


Yazarlığa Daha Uygun Biriyim


Şölen’in son söyleşisi oyuncu- yazar Nilüfer Açıkalın ile oldu. Açıkalın söyleşisinde “ön yargı surlarını yıkmak çok daha zordur. Bir de edebiyat dünyası daha ketum bir dünya. Oyunculuk görseldir,
göz önündesiniz ve göz önünde olmak zorundasınız. Sosyal olmak zorundasınız. İşin %80 i görünüyor olmakla, ortamlarda olmakla alakası vardır. Yazarlık ise daha çok içe dönük bir alan. Devamlı masa
başında olmak gerekiyor ya da kitapla haşır neşir olmak gerekiyor. Bana sorarsanız ben yazarlığı her zaman tercih ediyorum. Aslında bünye olarak yazarlığa daha uygun biriyim. Herhangi bir filmin
galasına hatta herhangi bir filmin setine giderken, herhangi bir kitap fuarına gittiğim kadar mutlu olmuyorum, kendimi iyi hissettiriyor. Yayın evine giderken daha rahatım ait olduğum yere gidiyorum
gibi hissediyorum” dedi


Attila Aşut’an Ömer Güner’e Saygı


Programın sonunda da gazeteci- yazar Attila Aşut Ömer Güner ile ilgili düşüncelerini, nasıl tanıştıklarını ve anılarını anlattığı bir konuşma yaptı. Aşut konuşmasında “Dilimizde “bin yıllık dost” diye bir tanımlama vardır; kökü çok eskiler uzanan dostlukları anlatmak için kullanılır. deyim yerindeyse Ömer Güner, benim bin yıllık dostumdu! Öyle sıradan bir hemşerilik duygusuyla açıklanamaz aramızdaki yoğun ilişkinin içeriği. Her türlü yozlaşmanın, kirlenmenin yaşandığı; “yükselen değerlerin geçer akçe sayıldığı; karşılıksız bağlanmaların çoktan unutulduğu çağımızda, çıkar ilişkilerinin zerresinin bile ulaşamadığı, bencil kıskaçların gölgesinin düşmediği bir dostluğu, yarım yüzyıl kesintisiz sürdürme başarısını göstermek az şey midir? Bizim birlikteliğimizin temelinde arı, duru bir kardeşlik ve dayanışma duygusu yatıyor. Film karelerini anımsamak için belleğimi fazla zorlamam gerekmiyor. Olaylar ve insanlar hiç de flu değil anılarımda. Her şey kafamda ve beynimde açık seçik” diyerek düşüncelerini aktardı.


Kara Gün Dostumuzdu


Ömer Günerle tanışmalarına da değinen Aşut “yıl, 1958 olmalı. Trabzon’da güneşli bir öğleden sonra. Ümran Baran’la, kentin orta yerindeki meydan parkında oturuyoruz. Söyleşimizin ana konuları, sanat, siyaset, basın. ikimiz de yaşama aynı pencereden bakıyoruz. Her ne kadar ülkenin üzerinde kara bulutlar dolaşıyorsa da geleceğe ilişkin büyük umutlarımız, beklentilerimiz var. Hele su menderes Hükümeti devrilsin, gerisi kolay. Ufuk turumuz sürerken Ümran o sırada parktan geçmekte olan birini çağırıp benimle tanıştırıyor. İşte Ömer Güner’le yarım yüzyıla yaklaşan dostluğumuzun
öyküsü bu karşılaşmayla başlıyor” diyerek hikâyesini anlattı. Son olarak Ömer Günerle ilgili birçok anısını anlatan Aşut hiç unutamadığı bir anısını da şu sözlerle dile getirdi. “Ömer Güner bütün güç zamanlarda hep güvenilir, kara gün dostumuzdu. Her daim arkadaşlarının yardımına koşar, onların sıkıntılarını halletmek için elinden geleni yaptı. 1982 yılıydı. Ankara’da Mamak Askeri Cezaevi’nde tutukluydum. Sıkı güvenlik önlemleri altında mahkemeye götürüldüğümüz bir gün, duruşma salonundaki ‘basın’ bölümünde Ömer Güner’i birden karşımda görünce çok şaşırdım! Beni görmek için Trabzon’dan kalkıp gelmişti. Normal ziyaretçi olarak kabul edilmeyeceğini bildiği için cumhuriyet gazetesi adına duruşma salonuna girmişti. Yanıma sokulması olanaksızdı. Ancak uzaklaşabildik ama bu kadarı bile bana yetti. Toplumdan soyutlanıp yalnızlaştırıldığımız bir sırada onu duruşmada görmek benim için müthiş bir moral kaynağı olmuştu. Mutlulukla dönmüştüm koğuşa, yaşama bağlılığım artmış, yüreğim sevinçle dolup taşmıştı.”