Temel derdim insaniyetin siyasetin üstünde olduğunu dile getirebilmek” şeklinde konuşan yazar ve akademisyen Prof. Nazan Bekiroğlu, Balkan Harbi’nin atmosferinde geçen son romanı Nar Ağacı’nda tek bir masumun acı çektiği yerde bütün gerekçelerin anlamını yitireceğine dikkat çekiyor. İnsanlık ve kardeşliğe dair yaşanmışlıkları anlatmayı yeğleyen Bekiroğlu’na yarın okurla buluşacak Nar Ağacı’nı sorduk.

Balkan Harbi üzerine çok da konuşulmayan acılı tarih sayfalarımızdan biri. 100. yıldönümüne yaklaşırken Balkan Harbi’ni merkeze alan bir roman yazmak planladığınız bir şey miydi, tevafuk mu oldu?

Bu tam bir tevafuk galiba. Romana başladığımda 2008 idi. Bu kadar uzayacağını tahmin etmemiştim yazma sürecinin, dahası 1912’nin 100. yılının yaklaştığının farkında bile değildim. Balkan Harbi’ne gelince Osmanlı tarihinin en acı sayfalarından biridir. O çözülme, o bozgun, o hezimet bizatihi bir felâket olmakla birlikte asıl facia bu durumun sebeplerini kurcalayınca çıkıyor ortaya. Özverili olduğu muhakkak olan Osmanlı askeri Balkan Harbi’nde idare edilememişliğin sonucunda bir hafta içinde dağılıp gidiyor. Rumelili yüz binlerce Osmanlı zorunlu olarak göç ediyor. Bu haliyle bize çok şey söyleyen Balkan Harbi diğer yandan o vakitte bile uzgörü sahiplerinin görebildiği gibi çok daha büyük bir kıyametin provası, I. Cihan Harbi’nin.

-Balkan Harbi ve I. Dünya Savaşı’nın yakın zamanda yıldönümleri var. Bu açıdan her iki savaşın yeniden gündeme gelmesi bize ne gibi bir fayda sağlayacak?

2014 kapıda, I. Cihan Harbi’nin 100. yılı geliyor. Bütün dünyada nasıl bir algıyla ele alınacağını, neler yapılacağını doğrusu çok merak ediyorum hele de üstü örtülü bir III. Cihan Harbi’nin ortasına düşmüşken. Türkiye’nin I. Cihan Harbi’nin en büyük mağdurlarından biri olarak bu fırsatı iyi değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum. Hem geçmiş sayfaların ve dosyaların açılması hem de ders alınması açısından.

-Roman bu açıdan savaş karşıtı bir duruşa sahip... Temel derdi savaş karşıtlığı mı?

Tek derdi değilse de dertlerinden biri evet savaş karşıtlığı. Tabii bunu söylerken savaşları da saldırmacı ve savunmacı olarak ikiye ayırmak, savunmacı savaşları yayılmacı savaşlardan ayırmak ihtiyacını hissetmekteyim. Bu romanda temel derdim insaniyetin siyasetin üstünde olduğunu dile getirebilmek. Diğer yandan, tek bir masumun acı çektiği yerde bütün gerekçeler anlamını yitirir ve geçersizleşir. Neticede savaş insanı canavarlaştırır.

-Nar Ağacı’nın anlatıcısı, bir muhacir olan dedesinin hikâyesinin peşine düşüyor. Sizin kişisel tarihinizle ne ölçüde örtüşüyor, hangi noktalarda ayrılıyor bu roman?

İran Azerbaycan’ından önce Batum’a oradan 1917’de Bolşevik ihtilâli patlak verdiği sırada sınırlar kapatılınca Trabzon’a geçen birinin torunuyum. İstanbul’a geçmek ve orada yerleşmek niyetiyle Trabzon’a gelen, fakat anneannemle evlenince orada kalan bir dededen bahsediyoruz. Arada mektuplar gelip gitse de geçmiş zaman tabii, bu kesintili olmuş. Bende kalan bir mektubun adresi üzerinden seyahatlere çıktığım, İran’daki o evi bulduğum doğru. Fakat bulduğum insanlar çok gençtiler ve aile dağılmıştı. Birbirimizi çok sevdik ama ben dedemin hikâyesine bir şey ekleyemedim. O andan itibaren dedemin değil roman kahramanımın peşine düştüm ve kurgu gerçeği aştı.

-Romanın fantastik bir yanı da var. Anlatıcı zaman zaman eski fotoğraflardan yol bulup geçmişe gidiyor, zamanda yolculuk yapıyor. Romanı kurgularken bu geçişler için neden özellikle fotoğrafı tercih ettiniz?

Fotoğraf hayatın bir an içinde dondurulduğu bir kare. Dolayısıyla şu meşhur dairesel zaman meselesinde çok kullanışlı bir metafor. Düşünsenize, o insanlar çoktan ölüp gitmiş, o hayatlar çoktan yok olmuşlar ama bir an, olduğu gibi o fotoğraf kartonunun üzerinde duruyor. Öyleyse arkasına geçmek de mümkün müdür acaba? Zamanın kronolojisi değil zamansızlığın an derinliği. Bu bakımdan fotoğrafın içine girmek benim için çok kullanışlı bir teknikti.

-Trabzon adeta romanın kahramanlarından birine dönüşmüş. Yaşadığınız coğrafyayı romanınıza dâhil etme fikri nasıl oluştu?

Önce dedemin hikâyesi olarak başlamıştım, onu anlatacaktım. Fakat bu durum, üzerimde eksiklik duygusu doğurdu. Kalemi kâğıdı önüme aldığımda hiç fark etmeden Trabzon’daki o evde yaşayan genç bir kızın hikâyesinden başladım. Bu haliyle Trabzon hem anlatıcının yaşadığı mekân hem de romanın ana karakterlerinden birinin mekânı olarak romanda egemenliğini ilân etti. İyi ki etti.

-Nar Ağacı aynı zamanda çok güçlü bir aşk anlatısı. Anlatıcı, Settarhan üzerinden aşkı mı sorguluyor?

Settarhan’ın şahsında bir tür aşkın sorgulanması var. Onun da aşk olup olmadığı tartışılır. Aşk her halde uğrunda feda edilenler üzerinden ölçülebilecek bir duygu. Nar Ağacı’nda, âşık olan onca karakter arasında aşkın ustası olmayan tek kişi de Settarhan. Sadece ölmediği için değil, en fazla da yaşayamadığı için.

Barışı sağlamak için kardeşlik öyküleri tedavüle sokulmalı

-Trabzon ve Karadeniz’e dair son dönemde üretilen eserlerde genelde bu bölgedeki azınlıkların mağduriyetine vurgu yapılıyor. Nar Ağacı meseleye çok farklı bir yerden bakıyor galiba?

Öyle. Nar Ağacı, hâlâ ümit etmek isteyen birinin sesi. Bu yüzden o, vahşet ve kin öykülerini inkâr aklından geçmese de insanlık ve kardeşliğe dair yaşanmışlıkları anlatmak istiyor. Bunun barışı ve kardeşliği sağlama yolunda daha kullanışlı bir söylem olarak tedavüle sokulması gerektiğine kani çünkü. Ve söz konusu ettiği kardeşlik öykülerinin zannettiğimizden çok daha fazla olduğunu da kuvvetle tahmin ediyor. Bu duygu bende Kütahya Mutasarrıfı ve bir Servet-i Fünun şairi olan Faik Ali’nin, Kütahya Ermenilerinin tehcir emri kendisine geldiği zaman takındığı tavrı okuduğumda çiçek açmıştı. Faik Ali tek başına, Kütahya Ermenilerini tehcire göndermemeyi başarır. Tarihe sebepler değil sonuçlar kalır. Bunu sağlamak da güçlü devletin işidir. Çünkü bazen bir hükümetin icraatı bütünüyle bir milletin alnına yapışıp kalır.