Dayım vardı. Bilal. 64 yaşındaydı. Hiç evlenmemişti. Zihinsel yetisi normal bir insan gibi değildi.

Biçareydi. Zararsızdı. Melek gibiydi. Neşe saçardı etrafına. Hep komik, hep eğlenceliydi. Benim kral dayımdı, o..  Anneannem 18 yaşındayken doğurmuştu onu.. Bilal’i olmadan hiçbir yere gitmezdi.. Dert olmuştu ona dayımın bu yaşta evsiz barksız oluşu.. Emekleyen çocuğunun etrafında dolanan anne gibi fır dönerdi yaşlı oğlunun etrafında. Köyde tek başına dolaşıp duran dayım eve dönmeden huzur bulmazdı. Yolunu gözlerdi. Ve tek bir dileği vardı. Oğlundan önce ölmemek.. Hep bu hayalin peşinden gitti. Dayımı bir melek gibi bu dünyadan uğurladığımızda, anneanem gözyaşlarının arasına sanki dileğinin gerçekleşmesinin tebessümünü de eklemişti. Elbette, evlat acısı yaşamak istememişti. Ama en çok da kendisine bir şey olursa “biçare” oğlunun ortalıkta kalması düşüncesi onu yiyip bitiriyordu.. “Artık huzur içinde ben de bu dünyadan gidebilirim” diyen anneannem 3 ay sonra oğlunun yanına gitti.. Huzurla.

DRAZAN PETROVİÇ'İN ANNESİ
Geçtiğimiz yıllarda TRTSPOR için görevli olarak Zagreb'e gitmiştim. Orada 29 yaşında trafik kazasında hayatını kaybeden parkenin Mozart'ı, efsanevi basketçi Drazan Petroviç’in mezarında bir anons çekip, oraya karanfil koymak istedim. Mezarın başında temiz yüzlü bir kadın vardı. Bizi görünce kenara çekildi. İşimi bitirince o kadın bana doğru geldi.
“Drazan’ın annesiyim” dedi. 
Dizlerimin bağı çözüldü.. Titrek bir sesle hırvatça bilen tercümanımıza Türkiye’den geldiğimizi söylemesini istedim.. ” Gözleri içine çökmüş Hırvat kadın sanki daha da hüzünlendi. Başını eğdi ve  “Biliyorum, Türkler çok severdi Drazan’ı” dedi.
Açıkçası bu sözden sonra anne Petroviç’le konuşacak yüreği bulamadım kendimde. Dondum kaldım..  Sadece "Ben de, dünyadaki milyonlarca basketbolsever gibi oğlunuzun bir hayranıydım “ diyerek usulca sıktım acılı annenin pamuk yumağına dönüşmüş o güzel elini..

Sevgili Tolga..
Anasız kalmayı sadece bu duyguyu yaşayanlar bilir. Şu anda kimbilir içinde ne fırtınalar kopuyordur. Anne sevgisi bambaşkadır. Hani Can Yücel'e sormuşlar ya, "Neden hep babanı anlatan şiirler yazdın da anneni hiç yazmadın?"
O da "Anne sevgisini yazacak kadar şair değilim daha" karşılığını vermiş.

ANNELER VE ÇOCUKLARI..
Geçen hafta seninle konuşmamızda annenin yanındaydın. Yutkunarak konuşmuştun..
Şunu anlatmıştın annenle ilgili:
“Serhan Abi, annem hastalığından dolayı beni ancak bir kere Avni Aker’de izleyebilmişti. Onda da kolum çıkmıştı. Trübündeki annem neye uğradığını şaşırmış ve ‘Tolgam, bir daha ben seni izlemeye gelemem, yavrum. Kıyamam’ sana demişti”
Sezai Karakoç, "Anneler ve çocuklar" şiirinde ne kadar da içli anlatır o en acı duyguyu...
Anne öldü mü çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde siyah bir çubuk
Ağzında küçük bir leke

Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne

Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne

YA ANNEN SENSİZLİĞİ YAŞASAYDI...
Evet sevgili Tolga iki acıya da dayanılmaz.. Acının ölçüsü olmaz..Biliyorum. Ancak yürek tartısına koyduğumuz zaman evlat acısı çeken annenin kederinden bir gıdım daha azdır senin acın.. Allah sana uzun ömürler versin; bir de bu açıdan bak bu vedaya.. Hani anneni ve seni anlatan geçen haftaki yazıda yazmıştım ya.. Çizgide anneni düşünürken neler neler geliyordur aklına… Çocukluğun, uzun kış geceleri annenin anlattığı masallar, mürekkep lekeli ellerini yıkayışı, "Tolgam" diye seni çağırışı, usulca önlüğünün üstüne yakanı iliklemesi, Avni Aker'de seni gururla izleyişi..

Ya bunları senin yokluğunda annen yaşasaydı.. Bu tradejedinin acımasız savruluşunu hem Kahramanmaraş Pazarcıklı anneannemde hem de Zagrebli Drazan'ın annesinde bizzat gördüm..

SEN ÇİZGİDEKİ MEVLANA'SIN.. BU ÖLÜM; ŞEB-İ ARUZ'DUR..
Evet sevgili Tolga.. Ben sana çizginin Mevlana'sı, Yunus Emre'si diyorum.. İnsanları hayalden kurtarıp gerçeğe davet eden Mevlana'nın felsefesinde ölüm, düğün gecesidir.. Şeb-i Aruz.. 
''Hakka kavuştuğum gün tabutum yürüyünce Şu dünyanın dertleri ile dertleniyorum sanma.
Bana ağlama, yazık yazık deme.
Cenazemi görünce ayrılık,ayrılık diye feryat etme.
Beni toprağa verirken elveda elveda diye ağlama.
.." diyor, Mevlana..
Sen tertemiz yüzünle bu ülkenin kalbine girdin.. Duruşundaki asaletle, akıl dolu konuşmalarında, adamlığınla, annene düşkünlüğünle.. Sen, ortalıkta dolaşan "Hayırsız Evlat" tanımını yerle bir ettin.. Sevgili Sunay Akın seni ne güzel anlatmıştı: "kalbi yüzüne yansıyan Adam"..

BÜTÜN CANLILAR ANNENE AĞLIYOR ZATEN.. SEN AĞLAMA!
Yaşadığımız hayat maalesef böylesine acımasız.. Bu, Takdir-i ilahi işte.. Katlanmak gerek..  Trabzon Faroz’daki balıkçı dostların gibi tüm Türkiye bu acı haberle kaskatı kesildi. Kartal, bugün alçaktan uçuyor.. Aslan, bugün ormanda yas ilan etmiş.. Kanarya, bugün çekilmiş bir köşeye, kanat çırpmaktan aciz. Timsah, bugün suda serseriye dönmüş halde.. Herşeyi duyan baykuş bugün sanki sağır..  Ya annen sağken dua etsinler diye Faroz'daki balıkçıların affından yararlanan balıklara ne demeli.. Annenin terk-i diyarını duyan Karadeniz’deki canlılar artık yana yana oltaları, ağları arıyor.. Sıra sıra dizilmişler. “Beceremedik, ne yazık ki.. Artık bizi bu sulardan çekip alabilirsiniz” diye..
Ne olur sen ağlama Tolga.. Karada, havada, denizde, tüm canlılar annene ağlıyor zaten...