Türk sinemasının ‘sinemacılar kuşağı’nın usta yönetmenlerinden, sinemamıza “Susuz Yaz” ile ilk büyük ödülü Altın Ayı’yı kazandıran, aralarında “Sevmek Zamanı”, “Yılanları Öcü” ve “Kuyu”nun da olduğu klasiklere imza atan Metin Erksan, dün tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Sinemaya bir sanat olarak yaklaşan, çektiği filmler yıllara direnerek değerlenen Erksan, böbrek yetmezliği nedeniyle aramızdan ayrıldığında 83 yaşındaydı.
1929’da Çanakkale’de doğan Erksan, Pertevniyal Lisesi’nin ardından İstanbul ÜniversitesiEdebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünden mezun oldu. Çeşitli yayınlarda sanat ve sinemaeleştiri yazıları kaleme alan Erksan, sinemaya ilk adımlarını yazdığı bir senaryo ile attı; 1950’de Yusuf Ziya Ortaç’ın “Binnaz”ının senaryosunu kaleme aldı.

Koltuğa 23’te oturdu
Ünlü sanatçı Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun senaryosunu yazdığı “Aşık Veysel’in Hayatı / Karanlık Dünya”yı Nedim Otyam çekmek istemeyince, Erksan 23 yaşındayken ilk kez yönetmen koltuğuna oturdu. Aşık Veysel’in hayatını, onun köyünde canlandırmak istemesiyle ilk filminde 1960’larda da öne çıkacak gerçekçi anlayışının işaretlerini veren Erksan, yapımcının müdahalesi ve aralarındaki çatışmalar nedeniyle bu ilk filmini tam anlamıyla sahiplenmedi. Üstelik film, Erksan’ın kariyeri boyunca yaşayacağı sansür sorunlarının da başlangıcı oldu. Erksan o dönemde yaşanan trajikomik sansür hikayesini şu cümlerle anlattı: “Filmde bir ara tarlalar görünüyordu. Boyları yirmi otuz santimdi. Üzerlerindeki buğday taneleri sayılıydı. Sansür, bu bölümün filmden çıkarılmasını istedi. ‘Türk tarlaları böyle olmaz’ dedi. Bu sahnelerin bereketli topraklarla içinde biçerdöverlerin traktörlerin çalıştığı tarlalarla değiştirilmesini önerdi.”

Sinema yazarlığına döndü
Bu kötü tecrübenin ardından sinema yazarlığına dönen Erksan, 1954’de Peyami Sefa’nın Server Bedi adında yazdığı bir romandan uyarlanan “Beyaz Cehennem / Cingöz Recai”i  yönetti. Bunun takiben Halide Edip Adıvar’ın “Yol Palas Cinayeti”ni uyarladı. Askerden döndükten sonra, 1958’de Osmanlı hükümetine isyan ederek dağa çıkan Mehmet Efe’nin portresini sunduğu “Dokuz Dağın Efesi”ni yönetti. 1960 tarihli, geniş kitlelerce bilinen “Şoför Nebahat”ın senaryosunda üç büyük ismin imzası vardı: Attila İlhan, Atıf Yılmaz ve Metin Erksan...

‘Yılanların Öcü’ başını ağrıttı
1962’de Fakir Baykurt uyarlaması “Yılanların Öcü”yle Türk sinemasının klasiklerinden birine imza attı. Ancak yine sansürle uğraşmak zorunda kaldı. Dönemin milletvekillerinin devreye girmesiyle Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel filmi özel olarak izlese de film yönetmenin sansürle başını en çok ağrıtan yapımlardan biri oldu. Erksan’a göre bu önemli çalışması cesaretle ilgiliydi:
“Filmde cesaret meselesini ele aldım. Müşküllerimizin çözülmesini istiyorsak, baskının her türlüsüne aldırmayıp, umutsuzluğu bir yana bırakıp, yasaların tanıdığı hakları sonuna kadar kullanmamız gerektiğini belirtmek amacını gütmüştüm.”

‘Acı Hayat’ta devleri buluşturdu
1963 tarihli yapıtı “Acı Hayat”ta başrollerde Türkan Şoray, Ayhan Işık ve Ekrem Bora vardı. Dönemin popüler filmlerinden biri olan “Acı Hayat”ta alışılmışın dışında bir aşk filmi yapmaya çalıştığını ifade eden Erksan, “Toplumda sınıf değiştirmenin kişinin davranışları üstündeki etkilerini ele aldım” diyecekti. Türkan Şoray ise yıllar sonra bu filmle ilgili olarak şunları söyledi: “Erksan’la ‘Acı Hayat’ gibi birkaç film daha niye yapmadım diye kendimi hiç affetmiyorum.”
Bu filmin ardından çektiği, 1963 yapımı Hülya Koçyiğit’in ilk filmi “Susuz Yaz”, Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı kazanarak, Türk sinemasına büyük bir ödül getirdi. Adaletsizliği, güç ilişkilerini ‘su hakkı’ gibi basit bir kavram etrafında inceleyen, hem sosyal düzenle hem de insan psikolojisiyle ilgili önemli gözlemleri olan bu film, Erksan’ın başyapıtlarından biri olarak karşılandı. Nitekim film çekilmesinden 45 yıl sonra, Martin Scorsese başkanlığındaki Dünya Sinema Vakfı tarafından Fatih Akın’ın girişimleriyle restore edildi ve 2008’de Cannes’ Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu. Koçyiğit, ileride Erksan’la ilgili olarak, ““Sinema dilini ve tecrübesini iyi ki ilk defa böyle bir ustayla yaşamışım” diyecekti.

Bir başyapıt: Sevmek Zamanı
Kıymeti zaman geçtikçe anlaşılan ve Türk sinemasının en önemli filmlerinden birine dönüşen “Sevmek Zamanı”nı ise 1965’de yönetti. Suretine âşık olmak konusunu işleyen, başrolleriniMüşfik Kenter ve Sema Özcan’ın paylaştığı, sisler altındaki sandal sahnesiyle akıllara kazınan film, Erksan’ın gerçeküstücülüğe yaklaşan anlayışıyla Türk sinemasının başyapıtları arasına girdi.
1968’de diğer önemli bir filmini, “Kuyu”yu yöneten Erksan, 1974’de ise “Exorcist” uyarlaması “Şeytan”ı yönetti. “Bütün sanatlar insanı anlatır. İnsansız sanat olmayacağı gibi sanatı da ancak insan yaşar. Yani sanat insan içindir” diyen Erksan, son filmi “Sensiz
Yaşayamam”ı 1977’de yönetti.
Sinemayı bıraktıktan sonra Mimar Sinan Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü’nde ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde 1975-2005 yıllarında Sinema Kuramı adı altında sinema ve film dersleri verdi. 2003’te Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kültür ve Turizm Bakanlığı,Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü aldı. Erksan, 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde kendisiyle ilgili bir etkinlikte sinemayı bırakmasının nedeninin Türkiye’de 1980 sonrasının politikalarından kaynaklanan ekonomik ve sosyal tıkanıklık olduğunu söylemişti.

Şimdi hüzün zamanı
Ancak sinemayı erken bırakma kararı sinema takipçileri, yönetmenler ve izleyiciler açısından hep büyük bir kayıp olarak görüldü. Yeni kuşağın önemli yönetmenlerinden Reha Erdem, “Metin Erksan bence Türk sinemasının gelmiş geçmiş en büyük yönetmeni. Bir sürü projesini yapamadan bıraktı” cümleleriyle bu kayıp duygusunu dile getirmişti. Erksan, 2008’de Milliyet’te yayımlanan söyleşisinde Miraç Zeynep Özkartal’a “Ben bugüne kadar ne film yapacağım ne de yapmayacağım dedim. Ama şu dakika bir film yapmak istiyorum. İçimden geliyor şimdi. Ama galiba şimdi bir film yaparsam fena olmaz. Michelangelo’nun hayatının son demlerinde söylediği bir laf var. ‘Yahu şimdi resim yapmayı öğrendim ama ölüyorum’. Bu bana çok güzel geliyor” demişti. Bu durumda ne denebilir ki? Şimdi hüzün zamanı...