Ankara Üniversitesi (AÜ) İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Dr. Halide Aslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, özlemle anılan eski ramazanları bugün de yaşamanın mümkün olduğunu belirtti.

Ramazan ruhunu yaşamak isteyenlerin, ''ecdadın'' yaşantısından örnek alarak hareket edebileceğini ifade eden Aslan, ''Misafirliğin unutulduğu şu günlerde iftarlar misafirlerle şenlendirebilir, vermeyi unuttuğumuzu hatırlayıp yeniden sadakayı canlandırabilir, toplu mesaj göndermek yerine güzel dilek ve dualarımızı ifade için telefonla arayabilir, ziyaretlerde bulunabiliriz. Ramazanları güzel yapan eski dönemlerde gerçekleşmiş olması değil, iyilik ve hayırlarla icra edilmesidir'' dedi.

Ramazanın ruhuna en uygun yaşandığı dönemlerden birisinin de Osmanlı İmparatorluğu dönemi olduğunu dile getiren Aslan, o zamanlar da şehre veya köye yeni bir hayat düzeni geldiğini vurguladı.

O dönemde daha çok Avrupa'ya özgü olan gece hayatının Osmanlı'da pek rağbet bulmadığına işaret eden Aslan, sahura kadar pek çok eğlence düzenlendiğini ifade etti.

Müslümanlarla birarada yaşayan Rum ve Ermenilerin de bu tür etkinliklere katıldığını anlatan Aslan, orta yaşlı ve ihtiyarların ise camileri veya evlerin sakin köşelerinde Kur'an'ı Kerim okuyarak, tefsir ve hadis icraları ve dualarla vakitlerini sahura bağladığını dile getirdi.

Osmanlı'nın ilkel soğutucuları ''kar vakıfları''

Ramazana hazırlıkların günler öncesinden başladığını söyleyen Aslan, yaz aylarına rast gelen ramazanlarda ''kar vakıfları''nın önemli bir yer edindiğini anlattı.

İftarsofralarının başköşesine oturtulan soğuk suların içine kurulan ''kar vakıfları''nın yaz sıcaklarında kurtarıcı görevi üstlendiğini kaydeden Aslan, şöyle dedi:

''Aylar öncesinden çalışmalara başlayan kar vakıfları, herhangi bir soğutucunun olmadığı dönemde, dağlarda kar stoku yaparak yaz aylarının kavurucu sıcaklarından bunalmış insanların iftarsofrasında buz gibi su içmelerine yardımcı olurdu. Dönemin zenginlerinin başını çektiği kar vakıflarında özel bir yöntemle karların stoklanması lezzetiyle ün yapmış Kahramanmaraş dondurmasının ve Kocaeli pişmaniyesinin yapımında da kullanılırdı.''

Ramazanda beklenen ramazan müjdecisi

Ramazan ayı yaklaştıkça herkesi bambaşka bir heyecanın sardığını vurgulayan Aslan, şunları kaydetti:

''Yevmüşşek' yani şüpheli günler diye adlandırılan Şaban ayının son günlerinde 'yeni hilali ilk gören kişi' olmak çok önemliydi. 'Ru'yet-i Hilal' denen hilalin görülmesi olayı çok önemliydi. Ramazan ayının başlangıç ilanı buna bağlıydı. Bu sebeple mahkemelerde kadılar, müftüler sabaha kadar nöbet tutup ramazan müjdecisini beklerlerdi. Sonunda yeni ayı ilk gören kişi kadının huzuruna gelir ve ayı ilk gördüğüne dair yemin ederdi. Ramazanın ilanı için toplar atılır, mübarek ayın geldiği dört bir yana duyurulurdu.

İftarsofralarında 12 kişilik pirinç veya siniler getirtilirdi ortaya, kalem işi işlemeli örtüler üzerine konulurdu bu siniler. İftar birinci ve ikinci sofra diye iki defada yenilir, arada akşam namazı eda edilirdi. Birinci sofra sade, fakat çeşitli iftariyeliklerle bezenmiş olurdu. Siyah ve yeşil zeytin, iki türlü simit, pastırma, sucuk, hünnap, ceviz, turunç ve erik reçelleri, şerbetler, hurma ve bir de meraklıları için zemzem suyu da ikram edilirdi.

Akşam namazından sonra geçilen ikinci sofraya ise pastırmalı ve sucuklu yumurta tabağıyla başlanır, bunları müteakip hindi veya tavuk, zamana göre bir sebze yemeği, pilav, börek ve tatlı gibi yemeklerle devam edilirdi. Sahurda yenen yemekler iftara oranla daha hafif olur, kurutulmuş meyvelerden yapılan hoşaf, börek ve pilav sahurda tercih edilirdi. Bu menüler hiç şüphesiz bütün sofralar için geçerli olmamakla birlikte durumlara göre her şekilde en güzel sofralar hazırlanmaya özen gösterilirdi.''

Misafirsiz iftar, ''iftar'' olmazdı

Eski ramazanlarda iftarda misafir ağırlamaya çok önem verildiğini vurgulayan Aslan, bu misafirlerin mahallenin ihtiyaç sahipleri olmasına ayrıca dikkat edildiğini söyledi.

Böyle davetlerde kapıda bekleyen ''ağa''nın yemeğe gelen kişinin kılığına kıyafetine bakarak yer gösterdiğini dile getiren Aslan, şöyle konuştu:

''Misafir, ya büyük sofrada ya orta sofrada ya da alt katta, kahve ocağı sofrasında ağırlanırdı. Misafirler iftarını yapıp teravih namazına gitmek üzereyken hane sahibi tarafından kadife keseler içinde gümüş tabaklar, kehribar tespihler, oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler diş kirası olarak hediye edilirdi. Fakir fukaraya ise hane sahibinin zenginliği ve cömertliğine bağlı olarak içinde gümüş akçe veya altın paralar yine kadife kese içerisinde diş kirası olarak verilirdi. Toplu yenen bu güzel yemekler sonunda dualar edilir, bereketin misafirle birlikte geldiğine inanılırdı.

Çarşı pazarda fiyatları padişah belirlerdi

Osmanlı'da Ramazan ayında yönetimin, halkın sıkıntıya düşmemesi için fiyatların artışını önlemek amacıyla önlemler aldığını kaydeden Aslan, yönetimce belirlenen fiyatların üzerinde satış yapılmaması için görevlilerin titiz bir şekilde teftiş yaptıklarını vurguladı.

Özellikle et ve ekmek üzerinde önemle durulduğuna işaret eden Aslan, şunları belirtti:

''Ramazan dolayısıyla çıkarılacak ekmek, simit ve çöreğin ne şekilde ve içine neler konularak pişirileceği devlet tarafından belirlenerek fırıncılara duyurulurdu. Ramazanda satılacak ekmek numunesi padişaha gösterilerek onayı alınır, daha sonra fırıncılardan ekmeğin kararlaştırılan numuneye göre hazırlanması istenirdi. Ekmeğin içerisinde başka bir madde bulunursa veya çiğ ise fırıncı cezalandırılırdı.''