Görünmez bir düşman var. Ne kapımızı çalıyor, ne sesini duyuyoruz. Ama soframızda, iş yerinde, oturma odamızda bizle beraber oturuyor. Adı: insülin direnci.
Şeker hastalığı değil, ama yolun taşlarını döşeyen usta işçi gibi çalışıyor. Önce ufak tefek ipuçlarıyla başlıyor: sürekli tatlı isteği, yemekten sonra bastıran uyku, göbek çevresinde inatçı yağlanma… Biz “yaş ilerliyor, normal” deyip geçiyoruz. Oysa bu, bedenin fısıltıyla yaptığı bir uyarı: “Dikkat et!”
İnsülin direnci, sessizliğin hastalığıdır. Yıllarca hiçbir belirti vermeden kan damarlarını yorar, kalbi zorlar, karaciğeri yağlandırır. Sonra bir gün “tip 2 diyabet” tabelasını karşımıza diker. Yani aslında diyabet aniden ortaya çıkmaz; biz yıllar boyunca gözlerimizi kapattığımız için sürpriz yapar.
Burada mesele sadece laboratuvar değerleri değil. Asıl mesele yaşam tarzı. Çünkü insülin direncinin panzehiri tabağımızda, hareketimizde, uykumuzda saklı. Beyaz ekmeğin yerine tam tahıllar, kolanın yerine su, asansörün yerine merdiven… Küçük seçimler, büyük farklar yaratıyor.
Ama işin en çarpıcı yanı şu: İnsülin direncini “durdurmak” elimizde. Yeter ki farkına varalım. Tıpkı arabamızda yanan bir ikaz ışığı gibi düşünelim. O ışığı görmezden gelmek, motorun yanmasına davetiye çıkarmaktır.
Şimdi size soruyorum: Kaçımız rutin kontrollerimizi yaptırıyoruz? Kaçımız bel çevremizi, kan şekerimizi, kolesterolümüzü merak ediyoruz?
Çoğumuz aynada gördüğümüz kiloya takılıyoruz ama asıl sorun içerde, sessizce işleyen biyokimyasal satrançta. İnsülin direnci, oyunu kazanmak için hamlelerini çoktan yapıyor.
Öyleyse, sevgili okur: Bu yazıyı sadece okumakla kalmayın. Birkaç küçük değişiklikle kendi hikayenizin kahramanı olun. İnsülin direncine “dikkatine!” diye haykırın. Çünkü kontrol sizde.