Ülkelerin iki tehditten uzak durması için akla gelmeyecek önlem aldıkları dünyada yaşıyoruz.

Bunlardan biri sıcak savaş diğeri soğuk savaş. Sıcak savaş derken, düşman karşında, göğüs göğüse çarpışıyorsun, ama soğuk savaşta kimin kim olduğunu bilmeden kravatlı, düzgün konuşan oturup yemek yediğin, çay içtiğin kişi tarafından daha sonra arkandan vuruluyorsun.  Petrol savaşlarında bu senaryolar oynanıyor. Dost gibi görünen her kes bir gün baş belası olabiliyor. Başrollerde ise hep aynı ülkeler rol alıyor.

CASUSULUK, AJANALIK

Hatırlayalım 1951 yılı, dünya ekonomisi için dönüm noktası olarak kabul edilir. İşe İran ile başlanır. İran’ın başbakanı çok sevilen, demokratik seçimle iktidara gelen (Time dergisi onu 1951’de yılın adamı seçti) Muhammet Musaddık idi. Musaddık, o tarihlerde İran’ın tüm petrol varlıklarını millileştirmişti. Buna öfkelenen İngiltere, Amerika’dan yardım istedi. Fakat her iki ülke de, askeri bir müdahalenin Sovyetler Birliği’nin tepkisini çekeceğinden korkuyordu. O yüzden Amerika, Deniz Kuvvetlerini göndermektense CIA ajanını gönderdi. Ajan, para veya tehditle yandaş topladı. Onlarla sokak isyanları ve şiddet gösterileri düzenledi. Öyle ki Musaddık istenmeyen adam gibi göründü. Sonunda Musaddık indirildi ve yaşamının geri kalanını ev hapsinde geçirdi. Yerine ise hatırlayalım, batı yanlısı Rıza Şah getirildi. Böylece soğuk savaş dönemi başlamış oldu…

PETROL, PETROL, PETROL

O tarihten sonra dünyayı ajanlık sarmalı sardı. Büyük, güçlü ve sömürgeci ülkeler silah zoruyla giremedikleri ülkelere, para gücü ile girdiler. Deyim yerinde ise o ülkelere parayı medeniyetten önce soktular.

Endonezya, Panama, Venezüella, Kolombiya, Irak, S.Arabistan, Libya, Ekvator soğuk savaş dünyasının hedefindeki, ülkelerdi. Bu ülkelerin ortak özelliği petrol kaynakları olması idi. Petrol öyle ki 19. yy. sonlarından itibaren dünyada artan bir ihtiyaç haline geldi. Yaşanacak bir tür petrol krizi en başta ulaşım sektörünü baltalayacak ve araçlar kullanılamaz hale gelecektir, ticareti, ardından turizmi ve nihayetinde hemen her şeyi durdurma noktasına getirecektir. Petrol laneti dediğimiz budur.

PETROL ÜRETEN ÜLKELER TEHDİTDİR!

Petrol; savaş sanayi için de elzemdir. Savaşın sürebilmesi için, bir günde binlerce varil petrolün tüketilmesi gerekir. Zira savaş makineleri, uçaklar ve tanklar ciddi birer petrol tüketicisidir. Petrol kıtlığı halinde ordular hareket kabiliyetini tamamen yitirebilir ve savaşı kaybedebilirler. Petrol endüstriyel üretim için de temel hammaddedir. Petrolsüz bir ülke üretemez, yürüyemez ve en önemlisi savaşamaz.  Sonuçta dünya şiddetle petrole bağımlı hale geldi. Petrol üreten ve elinde petrol bulunduran ülkeler güçlendi. Bu durum başta A.B.D olmak üzere Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkeler için ciddi tehditti. Çünkü petrolünde bir ömrü vardı ve bitecekti. Dolayısı ile geri kalmış petrol üreten ülkeler gelişmiş ülkeler karşısında bir tehditti.  Söyledikleri gibi; BİR DAMLA

PETROL BİR DAMLA KANDAN ÇOK DAHA ÖNEMLİDİR
sözü doğruluğunu koruyordu.                                                                  

OYUNUN DEVAMI

Dünyada böyle kirli oyunlar oynanırken Türkiye gibi 3. Dünya ülkelerinde de buna benzer oyunlar oynanıyordu.

Trabzon Kasaplar Odası Başkanı Temel Korkmaz ağabeyim geçtiğimiz günlerde internette bir yazı paylaştı. Aldım, öncelikle biraz araştırma yaptım. Karşıma ekonomi danışmanları/tetikçileri çıktı. Bir kitaptı. Meşhur tetikçi John Perkins, anılarını petrol dünyasını ve adına ŞİRKETOKRASİ kurbanı dedikleri ülkelerde yaşadıklarını yazmıştı. Bilgim vardı, yine okudum. Yazdıkları kan donduracak cinsteydiler.

BAKIN NE YAPIYORLAR

Yukarıda anlattığım olaylara ek olarak gelişmekte olan ülkelerde bakın neler yapıyorlar. Yıl 2005. John Perkins kitabında anlatıyor; 
"Kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç verip otobanlar yaptırırız. Sonra onlara arabalarımızı satarız. Sonra bankalarını satın alırız. O bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Böylece verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle. O ülkeye dünya bankası ya da kardeş kurumlardan kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi "ASLA" o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede ‘proje‘ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev hava yolları yapılır.
Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Bizim şirketlerimiz kazanır o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten hiçbir şey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkânsızdır. Plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki; "Bize büyük borcunuz var ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin, askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin,
Birleşmiş Milletler’de Amerika’nın isteği doğrultusunda oy verin! Elektrik su kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın..." Sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbeler serisidir."

Bunlara İNANIP İNANMAMAK sizin elinizde.

MASALLAR, MASALAR

Adı geçen ülkeler bu masalları dinleyip ülkeleri adına geleceklerini umuyorum riske etmeyecekler.

Biz ne yapıyoruz. K.T.Ü’ lü öğrenciler, ürettikleri araç ile maraton etabında Türkiye lideri oldular. Bunlarda bizim ‘ekonomi tetikçileri’miz. Şimdi K.T.Ü' lü öğrenciler gibi daha nice BABAYİĞİTLERİ bekliyoruz.  Üstelik de onlarla birlikte kolbastı oynamak ve

Dünyanın düzenini değiştirmek için…