Tez geçsede her sevgide bir hatıra vardır.
Sevda denilen şey yaşayan hatıralardır.

İnsanın yaşam cetvelinde ki yaşla ilgili en önemli çizgi aralığı bir ile on beş arasındadır.

Başlangıçtaki onbeş yıl yaşanmış veyahut yaşanacak yüz yıla bedeldir.

O kadarki masalımsı uykulara dalmamız için okunan,
Bir varmış bir yokmuş,
Develer tellal iken, pireler berber iken, dörtlüğüyle başlar hayat.

Ne günlerdi o günler,
çok çabuk yaşandı bitti.

O günleri yaşayan nesil olarak eskiye dair ne varsa hayallerimizde yaşatarak korumaya çalışıyoruz en azından.


İstanbul’la Ankara arasında alo diyebilmek için santrala yazdırıp altı saat beklediğimiz,

cep telefonunun sadece Kaptan Kirk tarafından kullanıldığı,

sokaklarda ayı oynatıldığı, kalantorların Murat 124’e bindiği,

Anadol’un inekler tarafından yenildiğine inanılan,
salça sürülmüş ekmek dilimi dönemlerinde,

Mutfak zeminlerinin muşamba kaplandığı, tencere kalaylattığımız, arap sabunu kokulu zamanlarda,

Vahi Öz’e güldüğümüz, zavallı Ayşecik’in zengin babasından habersiz, kötü kalpli üvey anne yanında çileler çektiği, n’ayır n’olamazlı yıllarda,

Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediğimiz,

Cem Karaca’nın İzmir fuarını zangır zangır salladığı, Özay Gönlüm’ün yaren’ini tıngırdattığı, yerli Elvis Erol Büyükburç’la kalipso kralı Metin Ersoy’un gazinoları inim inim inlettiği,

Cemal Kamacı’nın kroşe patlattığı, Metin Oktay’ın ağları deldiği, Trabzonsporun fırtına oyuncusu Ali Kemal'in Alman milli takımı kaptanı
Beckanbauru çalımlarıyla yatırıp kaldırdığı,

Neil Armstrong ay’a falan ayak basmadı,
hepsi Hollywood tezgâhı diye iddiaya girilen,

Kasetleri acayip kapışılan
Arif Susam’ın oo-ooo Recep bey ve eşleride burdaymış diyerek sintizayzır çaldığı günlerde,

Ümit Besen’in masasının ayağı kırık, pantolonların paçası bol,

Kastelli bankerken, para piyasalarını alt üst etmişken,

Muavinli dolmuşçuların Orhancı-Ferdici diye birbirini solladığı arabeskli sabahların,

Barış Manço’nun lambaya püf dediği elektrik kesintili akşamlarında, mum ışığının gölgesinde parmaklarımızı eğip bükerek duvarda tavşan yaptığımız,

Yün fanilaları soba askısında kuruttuğumuz,

Killing okuduğumuz, başka eğlencemiz olmadığı için radyoda arkası yarın’lara kulak kesildiğimiz, ki, uyarlayan Çetin Köroğlu, efekt Ertuğrul İmer’dir,

Martin Luther King yaşarken, Sadun Boro’nun kısmet’iyle dünya turuna çıkmasına heyecanlanıp,

Avanak Avni’yle tanıştığımız, Zübük’ün kaleme alındığı, Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrumlu süngerci zannedildiği,

Otomobillerin arkasına bugün bile hâlâ ne manaya geldiğini bilmediğim STP’lerin yapıştırıldığı, şehirlerarası otobüslerde, ve uçaklarda sigara içildiği (Tam bir çılgınlık) damalı taksiler çağında.

Keban bile yokken, İbrahim Tatlıses demirciyken, nüfus 40 milyon, Hababam öğrencileri ilkokuldayken,

Turnike atmayı Beyaz Gölge’den öğrendiğimiz, Doktor Richard Kimble babamızın oğluymuş gibi, şerefsiz Falconetti’ye küfürler ettiğimiz, polisimizi Komiser Colombo, hukukumuzu Avukat Petroçelli’den ibaret sandığımız,

Kunta Kinte gibi zenci olmadığı halde, Isaura’nın neden köle olduğunu anlayamadığımız,

yamuğunu gördüğümüz arkadaşlarımıza 'n’aber lan Ceyar' diye seslendiğimiz,

Saat kurup, sabahın kör karanlığında kalkarak, uykulu gözlerle Muhammed Ali’nin maçını seyrettiğimiz, onunla birlikte kelebek gibi uçup arı gibi soktuğumuz masum tiryakiliklerde.

İstanbul’da basılan gazetelerin ülkeye ertesi gün ulaşabildiği, sadece TRT’nin var olduğu, haberleri Jülide Gülizar’ın Zafer Cilasun’un okuduğu, bizim ahali akıl edemez diye düşündüklerinden olsa gerek, 'televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız' diye…

Ve dönüp bakıyoruz geriye…


Yakın zamanda kaybettiğimiz,
Büyük Usta Erkin Koray'ın söylediği gibi.

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ DEDİĞİM AYNIYLA VAKİ,

BİRDEN DURSUN İSTERSİN SENELER OLUNCA MAZİ.

NASIL GADDAR SENELER GEÇİYOR DURDUĞU YERDE

SANA KARA YAZILDI SANMA İNSANIN DA KADERİ BÖYLE.


Kalın sağlıcakla...