2011 Yılında ülkelerinde çıkan iç savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin sayısı 2 milyona dayandı.

Tabi bu sayı Başbakanlık Afet ve Acil Durum (AFAD) Başkanlığı tarafından resmi olarak kayıt altına alınmış olanların sayısı.

Yani, kayıt dışı olanlarla beraber bu sayı çok daha fazla.

***

Onlara duyarsız kalıp, sırt çeviren ülkelerin aksine,  Türkiye’deki bütün imkanlar  Suriyeliler  için seferber edildi.

Sayısız kampanyalar düzenlendi.

Kimi duyarlı vatandaş evini açtı.

Kimi ise; bütçesi elverdiğince masraflarını üstlendi.

Bunun yanında devlet tarafından yurdun çeşitli bölgelerinde tam donanımlı  barınma merkezleri  kuruldu.

Öyle çadır kentler kuruldu ki, içerisinde hastaneden internet kafelere kadar yok;  yok.

Mağdur olmamaları için neredeyse her şey düşünüldü.

4,5 milyon dolar harcandı misafirlerimiz için.

Ağzına kadar açıldı onlara sınır kapıları…

Kardeşlerimize yiyip içtikleri helal olsun diyelim.

Diyelim ama!...

Öyle görünüyor ki, bu devasa rakam bu devasa göç için yeterli gelmiyor artık.

Ne çadır kentlere, ne de onlara açılan evlere sığabiliyorlar.

Sokaklara taştılar.

Hatta, yol kenarlarında ceketlerini  yakarak ısınıyorlar.

Otellerde kalabilmek, çocuklarının mama ihtiyaçlarını karşılayabilmek için el açıyorlar.

DİLENİYORLAR!

Vallahi saydım!

Bu kış-kıyamette, yarım saatte dört farklı noktada,  tam 12 kişi…

Kimi  yalın ayak, kimi de çorapsız ayaklarında terlikle... (!)

Metropol bir kentte değil,  Trabzon’da yaşanıyor bunlar.

Şehrin en işlek caddelerinden olan Kunduracılar’ da  çoluk-çocuk hep beraber atlıyorlar önünüze.

Ellerinde bulunan “Ne olur bize yardım edin!”  yazıları ile çare arıyorlar günden güne tükenmekte olan ümitlerine.

Birinin kucağındaki bebek henüz  bir kaç aylık.

Aç mı?

Tok mu?

O da bilinmiyor.

Bu düşünce,  zaten  insanın psikolojisini yeterince bozmakla beraber, “bu nasıl misafirperverlik?” sorusunu da beraberinde getiriyor.

“Sadakam olsun” deyip üç-beş bir şeyler  vermek istiyorsun (!)  ama hangi birine?

Sonu ne geliyor, ne de görünüyor.

Bu durum da seni zaten aralarından çekip almaya yetiyor.

***

Yaşadıkları bütün bu olumsuzluklara rağmen, neden kendi ülkelerine dönmüyorlar diye düşünebilirsiniz.

Ancak;

Bir çoğunun geri dönecek ne bir evi, ne de umudu var.

Ülkelerinde ki savaşın son bulmayacağı korkusu yüzlerinden okunuyor.

Sığındıkları ülkede çaresizliklerine çare bulamamak ise cabası.

Onlar, Türkiye’de  bu sıkıntıları yaşarken, ülkelerinde ki  bomba seslerinin  ve ölümlerin ardı arkası kesilmiyor.

Hal böyle olunca,  geri dönmeyi akıllarından bile geçiremiyor,  intihar olarak görüyorlar.

Gerçi, bir çoğu kendi canından zaten  çoktan geçmiş, sadece çocukları için mücadele ediyor.

Çünkü,  bu dramdan  en fazla etkilenen onlar.

***

Hiç olmazsa o çocuklar için bir şeyler yapmalı ey ahali!

Yani, yapabilmeli…

Bu gidişat hiç iyi değil.

Sokaklarda aç, susuz, ve çaresizler.

Çaresizlik ise insana çok şey  yaptırır.

Ne mi?

Mesela;

Hırsızlık, gasp,  cinayet!(…)

Ve akla gelebilecek diğer tüm fenalıklar.

Hem bizim yeterince sorunumuz varken yenisine ihtiyacımız da yok değil mi?…

***

Velhasıl,  kapıları ağzına kadar açıp; “hoş geldiniz” demekle, gözyaşı dökmekle  bitmiyor mesele.

Suriyeli sığınmacıların sıkıntı yaşadığı bu gibi illerde  yeni yaşam alanları oluşturabilmek ve/veya  en azından karınlarını doyurabilmek  lazım.

Yeni politikalar üretmek , sahip çıkmak lazım.

Gerçi, bu aralar ülke gündemi  de oldukça yoğun.

Seçim işleri bir yandan, çözüm süreci bir yandan…(!)

Sokaklarda kaderine terk edilen  Suriyelileri ,  kim  nereye  sıkıştıracak ki?