Sultan bir gün, yolun ortasına koca bir taş koyar ve sarayın penceresinden 'Bakalım bu taşla kim ilgilenecek?' düşüncesiyle gizlice izlemeye başlar.
Önce vezir gelir.
Taşı fark eder ama onu kaldırmak aklına gelmez.
“Bu işi çözecek bir görevli bulalım, belki bir kadro açarız.” Der ve geçip gider.
Ardından bir asker gelir.
Taşı kaldırmak aklına gelmez.
“Bu taşı buraya kim koyduysa cezasını çekmeli.” Mırıldanmalarıyla yoluna devam eder.
Sonra bir şair gelir.
Taşın yanında oturur ve düşünür;
“Bu taşla ilgili öyle bir şiir yazarım ki, sultan bile duygulanır,” der.
O da gider…
En son köylünün biri gelir.
“Yoldan taşı kaldırmak sadakadır” der, sepetini yere koyar.
“Ya Allah, Bismillah…”, taşı kenara sürükler.
Bir de ne görsün!
Taşın altından bir kese altınla birlikte şu çıkar:
“Bu altınlar, elini taşın altına koyanlar içindir.”
★
Tıpkı bu hikâyede okuduğunuz gibi…
Bugün Trabzon’da da vezir, asker, şair çok…
Ama irili ufaklı taşları yerinden kaldıracak kişiyi ara ki bulasın!
Hele ki bürokraside…
Herkes önüne çıkan taşın etrafında dolanıp dururken hiç kimse taşın kendisine dokunmuyor.
Zira sorumlu olan herkese sorunu bir üst makama havale etmek daha kolay geliyor.
Bir dilekçeye…
Bir toplantıya…
Bir komisyona…
★
Kimi “yetkim yok” diyor.
Kimi “Görev alanıma girmiyor” diyor.
Ama ortada duran taş hem yolları, hem işleri hem de umutları tıkamaya devam ediyor.
Neticeye gelindiğinde Trabzon'daki bu manzara yıllardır hiç değişmiyor.
Taşın altına elini koymak isteyen birileri çıksa bile önlerine anında yeni taşlar koyuluyor.
Sistemi düzeltmeye çalışanlar taşları kaldırmak yerine hep daha büyüğüyle karşılaşıyor.
Çünkü bu şehirde taşın olduğu her yerde adeta zihinleri ve niyetleri tıkayan bir direnç hep var.
Ama yine de ümitsiz olmamak lazım.
Bu çağda da;
Gürültü yapmadan…
Gösteriş peşinde olmadan…
Elini taşın altına koyacak bi’ köylü illa ki çıkar.
Hatta kim bilir…
Belki o irade yalnızca yoldaki taşları kaldırmakla yetinmez.
Devlet aklı, ahlakı ve vicdanına ağır gelen taşlara da bir el atar.
BİRGÜN GELİR, KİMSE KALMAZ…
Bir kurban bayramını daha idrak ettik.
Büyüklerimizi ziyaret ettik, eş dostla bayramlaştık.
Sıra kabir ziyaretlerine gelince, aklıma çocukluğum geldi…
İçim sızladı birden.
Zira rahmetli her iki dedem ve anneannem bana çok düşkündü.
Hatta Abdurrahman, dedemin ismiydi…
Ben doğduğumda adını bana verdiler.
Henüz beş yaşındaydım.
O gitti, ama adı bende yaşamaya devam etti.
İsmini taşımanın yükü de, duası da omuzlarımda.
Tespih sesi, soba çıtırtısı, ceplerinden çıkan küçük hediyeler…
Adımdan sonra dedemden bana kalan en kıymetli miras, işte bu anılarla sınırlı.
Anneannem…
Adeta dünyadaki meleklerdendi.
Akçaabat “Ahanda” da yaşardı.
Annemle her yanına vardığımda beni dizlerine oturtur, sarıp sarmalar, doya doya alnımdan öperdi.
Onun da evi fakir ama gönlü zengindi.
Salça kutusunda haşladığı yumurtaları “büyü de koca adam ol” diyerek kendi elleriyle bana yedirirdi.
Yaşım kırkı aştı.
Dediği gibi belki kocaman olduk lakin o şefkatin sıcaklığı, hiçbir şeyle doldurulamayan bir özlem olarak hala içimde duruyor.
Onları özlüyorum.
Geçmişlerimize yönelik her dua, adeta bir büyüğümün sesini getiriyor kulaklarıma.
Kabristanlıklara bırakılan her gözyaşı, çocukluğumu daha da derinleştiriyor.
Velhasılıkelam.
Büyüklerin kıymeti sağken bilinmeli.
Çünkü gün gelir…
Ne bir kucak kalır sığınacak…
Ne de diz çökülecek bir gövde.
★ ★ ★
Yazmak iyi gelir.
Bana;
“[email protected]” adresinden ulaşabilirsiniz.