Bazen hayallerimin misafiri olurum zaman makinesine girer maziye yolculuk yaparım.

Nerelerdedir diye bakar, tadına doyamadığımız o muhteşem günleri ararım.

İskeleler bakımsız, merdivenleri paslı, deniz ise tertemizdi çocukluğumda.

Düşünüyorum da, tatil diye gittiğimiz yerler nasıl sade, nasıl mütevazı mekanlardı.

Açık büfe, serpme kahvaltı, self servis diye bir kavram henüz icat edilmemişken, yemek çeşitleri sınırlı, ama moda deyimle hepsi “organik” ve masalar
illa ki bembeyaz mis gibi örtülü olurdu...

Büfede kaç çeşit tatlı çıkmış, umurumuzda bile olmazdı,

Yeter ki yemeğin üstüne buz gibi bir dondurma yiyebilelim. Tatil demek, yemek içmek, "israf" demek değildi.

Tatil, mis gibi turkuaz deniz, ellenmemiş kıyılar, tertemiz incecik kumlar, ve bol bol dostluk, muhabbetti.

Kahkaha demekti tatil...

Gevşemek, dinlenmek, stres atmak demekti bizim için.

Az ve öz kıyafetle, bir çift terlik, bir çift pabuçla gidilen, deniz yağı sürmeyi aklımıza bile getirmediğimiz,
güneş gözlüğü takmadan, gözlerimizi kısa kısa bakıştığımız, yüzümüze basan çillere sinir olduğumuz, istakoza dönersek yoğurt sürdüğümüz , iyot kokan, patlıcan kızartması kokan, çın çın neşeli seslerin yükseldiği harikulade günlerdi o günler.

Biz, ailecek arabalarımızla tatile çıkardık.

Minik bir kervan sürüsü gibi, güle oynaya.

Arabalarda klima filan yoktu.

Serinlemek isteyene camdan üfüren fırın ısısında hava vardı.

Yol uzun demiyorduk, o yolun da tadını çıkartıyorduk.

Annem her yola çıkışımızda biber dolması ve patates köfte kızartması yapardı babam seviyor diye, o araba kullanırken lokma lokma hepimize verirdi,
Babam mest olurdu.

Emniyet kemeri filan icat edilmemişti henüz.

Arabanın arka koltuğuna boylu boyunca uzanırdım.

Genelde istikamet ege kıyıları olurdu.

O zamanlar öyle beş yıldızlı otel filan hak getire..

Bir İzmir’de Efes Oteli vardı, bir Kuşadası’nda Kısmet, bir de Turban’lar vardı meşhur.

Annemle babam, karar almışlardı, önce bir hafta misafirhanede tatilimizi yaparız,

sonra en lüks otelde bir gececik kalırız.
Finali o konforla yapardık yani???
Vayyyy, değmeyin keyfimize..

İzmir Efes Oteli’nin meşhur havuz barı vardı,

Havuzun dibini,
batan, çıkan, dalan insanları izlediğiniz bir cafe ne kadar enterasan değilmi.!!!

İlk gördüğümde bana adeta bilim kurgu gibi gelmişti..?

Yolun ilk birkaç saatinde etrafa meraklı meraklı bakar, sonra bulutlardan fal tutar, en nihayetinde de içim geçer uyurdum.

Ta ki annem, “ Kalk, kalk, deniz göründü..! ” diyene kadar..

Bir Trabzon'lu için çok önemlidir, o ilk denizin göründüğü an.

Bir yokuşu çıkarsınız, ucundan masmavi gösteriverir kendini.

Denizi ilk gördüğünüz an çok önemlidir.

Uyku sersemi, saç baş darmadağın, başımı annemle babamın koltuğunun arasından uzatıp,
“ Aaa “ diye heyecanla baktığımı hatırlarım.

İşte “o” an, tatilin başladığı andı.
Denizi gördüğümüz an.!

Masmavi akvaryum koylarında yüzeceğim, hayallerim Yavaş yavaş gerçek oluyordu.

Anneler odalara yerleşirken, babalar bizi hemen kumsala götürürdü.

İşte meşhur o paslı iskeleden , çekine çekine ilk denizle kucaklaşma gerçekleşirdi.

Keşif zamanı.!!!

Deniz ne kadar derin, su ne kadar soğuk, yosun var mı, kaya var mı?

Keşif tamamlanınca , hele bir de iskele müsaitse en büyük zevkimiz atlamak olurdu. Çivileme atlama, arkasını dönüp atlama, bağdaş kurup atlama, bacakları çapraz yapıp atlama,

Ama illa da illa burun elle tıkanacak.. ? Yüz kere atlar, yüz kere çıkardık. Yorgunluktan bitap düşene kadar..

Sonra şanslıysak baldan tatlı bir portakal suyu veya çıtır bir tostla cila çekerdik değmesin keyfimize.

Ardından, ver elini kum oyunları.

Ben kendimi bildim bileli, ellerimi kuma bulamayı sevmem.

Ama ıslak kumdan yaptığın kalenin üstüne kuru kum döktüğünde, bir hoş gölge, bir renk oyunu olur, işte ona bayılırdım.

Ne tablet vardı, ne akıllı telefon, ne de bilgisayar oyunları.

Biz kendi kendimizi bütün gün , hem de keyifle oyalayacak bir sürü şey bulurduk.

Kıytırık bir teypte, çaldığımız birkaç kaset vardı, aynı şarkıları dinleyip dinleyip dans ederdik.
Şarkı sözleri ne de iyimser, ne de güzeldi,

“ Bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsa, insanlar el ele tutuşsa, birlik olsa, uzansak sonsuzaaa...”

Bu şarkıyı her dinlediğimde maziyi daha çok sever hüzünlenir gözyaşlarıma hakim olamam.

İskambil kağıdı olurdu yanımızda mutlaka, öğlen yemeğinden sonra oturur “Eşek” oynardık, “Pis yedili” oynardık.

Fal açardık bol bol.

Rüzgar yoksa iskambilden kuleler yapardık.

Şimdi düşünüyorum da, annemlerin neşeli sohbetleri, babamların şakalaşmaları, bize asıl huzur veren onlardı
sanırım.

İnsan anne-babası mutluyken mutlu oluveriyor zaten..

Beklentiler yoktu.

Daha lüks, daha her şey dahil, daha çok sayıda havuzlu, daha rahat şezlonglu, daha çok yıldızlı otel ummuyordu kimse..

“Birbirimizin tadını doyasıya çıkartıyorduk”.

Bir seferinde kertenkele dolu bungalovlarda kalmıştık.

Yatmaya gitmeden babalar içeri girip kertenkele kovalıyor, sonra “Oda tamamdır” diye bizi çağırıyorlardı. “Kertenkele gözümün içine çok acıklı baktı” diye kıyamayıp , hayvancağızın rahatını bozmayan bir yol arkadaşımız vardı bizim.

O bu kumsalda uyuyor, yemekleri yemekhanede yiyor, geniş geniş masaları dolduruyor, kocaman bir aile gibi, hepimiz aynı anda konuşup, enteresan biçimde birbirimizi duyarak ?, yediğimizi, içtiğimizi paylaşıyorduk.

Vara, yoğa, mantıklı, mantıksız, hemen hemen herşeye, ha bire katıla katıla gülüyorduk.

İskeleler çürük, merdiveni paslı ve bakımsız, ama deniz mis gibiydi benim küçüklüğümde.

Beklentisiz tatilleri özledim.

Evetttttt!!!!

Yıldızların, otellerin giriş kapılarında değil de, gökyüzünde parladıkları tatilleri.!!!

Hayallerinizi sadece sizler yaşayabilirsiniz.
Başkalarının bavullarına sığdıramazsınız.

Sevdiklerinizle birlikte, doya doya yaşayın hayallerinizi

Kalın sağlıcakla...